Blog Listem

8 Ekim 2014 Çarşamba

FOTOĞRAF SANATI ÜZERİNE YAZILMIŞ KİTAPLARDAN


Sokak fotoğrafçılığı, Cadde Fotoğrafçılığı, kısacık bilgiyle Cartier-Bresson, Brassai, Doisneau gibi isimlerle herkese tanıdık olan, fotoğrafik türler arasında en yaygın olan ve belki de en çok sevilenidir. Bununla birlikte sokak fotografçılığı tam olarak nedir? Konularını hangi bakış açısıyla ortaya koyar ve bu bakış açısı belgesel fotoğrafçılıktan nasıl farklılık gösterir? Atget, Kertesz, Bovis, Rene-Jacques, Brassai, Doisneau, Cartier-Bresson ve daha birçoğuna baktığımızda zarif bir şekilde yazılmış olan bu kitapta iyi bilinen ve çokça kullanılan illustrasyon ve bağlantılı çalışmalarla, Empresyonist sanatla
Paris sokak fotoğrafçılığının akrabalığını, dönemin edebiyat akımlarıyla ve Baudelaire’den Philippe Soupault’a kadar yazarlarla olan karmaşık ilişkisini çözümlediğini görebiliriz.
Sokak fotoğrafçılığının kökenlerinin izini süren Clive Scott, fotoğrafçı stüdyoyu terk ettiğinde, sokak fotoğrafçısının türün sevilen -satıcılar, aşıklar, girişimciler- gibi konularını yakalarken ve kadrajlarken ona nelerin vesile olduğu sorularını gündeme getiriyor.
Bunu yaparken de Scott şiirsel olsa bile türü değil bireyi, sokağın ‘gerçekliğini’ değil ‘romantizmi’ni keşfederek sokak fotoğrafçılığını açığa çıkarıyor.
.
.
Walter Benjamin geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu.
Kültürün sürekliliğini oluşturan değerleri değil; tüketilmiş, bir lkenara atılmış nesneleri, külterel artıkları toplamayı, “tarihin imgesini, tarihin en silik nesnelerinde bulmayı” amaçlıyordu.
Maddi temelini yitirmelerine rağmen —tam da bu yüzden—çevrelerine son kez ışık saçan, bu ışığın aydınlığında bütün inkânlarıyla son bir kez beliriveren şeyler…
Onu cezbeden bunlardı. Kötümser, çileci bir bakış.
Aynı zamanda bir inanç; miadını doldurmuş şeyleri etrafını saran halede, bu bir anlık ışıma da, hakikatin belireceğine duyulan inanç; olağanüstü bir aydınlanma beklentisi, düşüncenin ufkunda birden belirecek bir mutluluk vaadi.
“Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır,” diyebilecektir Benjamin, “ama ilk bakışta değil,son bakışta aşk.”
Gerçeklere objektifini kapatan, toplumsala sırtını dönen, hayatı estetize etmekten başka kaygı taşımayan, tüketim toplumunun davranış biçimlerine sadakat dışında sorumluluk tanımayan fotoğrafçılar, zihniyet dünyalarının ideolojilerden ve politikadan arınmış olduğunu zannederken fotoğraflarıyla sahte bir Türkiye imajı yarattılar.
Fotoğraflarını vasıfsız bir propaganda aracı olarak kullandılar.
Politik fotoğrafın kaba örnekleri arasında sayabileceğimiz ‘güzellik peşindeki estetikçi fotoğraflar’, katı bir ideolojik yaklaşımın ürünleri olarak bu dönemde yaygınlaştı.
Fotoğrafçı ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorgulanmayan, klişe görüntülerin tekrarıyla yetinen bu fotoğraf ortamı sayesinde durağan bir zihinsel iklim doğdu.
Fikrin, tartışmanın, ideolojinin, görüntü kuramının, estetiğin ve etiğin gelişimini engelleyen bu sıkıcı atmosferde soluk almamızı sağlayan örneklerin sayısı çok azdı.Kuşkusuz ne layık olduğumuz ortam bu ortam, ne de kendimiz için kurabileceğimiz en güzel dünya burası.
Elinizdeki kitabın, verimli bir düşünce iklimine sahip çok sesli ve etkili fotoğraf ortamı için bir adım olmasını; fikirlerin ve görüntülerin birbirinden beslendiğini bilen, soran, sorgulayan, anlama çabasını değerli bulan fotoğrafçıların yetişmesi için bir tuğla koymasını; itiraz eden, itirazını güçlü kılan fotoğrafların üretildiği bir zamana doğru giderken yeni tartışmalara vesile yaratmasını umarım.
Özcan Yurdalan
Fotoğraf edebiyatının iki başyapıtından biri sayılan Camera Lucida, aynı zamanda Roland Barthesin en bireysel ve kurgusal yapıtı.
Camera Lucidada fotoğrafın ne olduğu sorusuna yanıt ararken, fotoğraf ile ölüm -belki de yaklaşmakta olan kendi ölümü- arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkarmıştır.
Barthes kitap tamamladıktan kısa bir süre sonra ölmüştür.
Fotoğraf üzerine yazma tutkumun açığa çıkardığı bu karmaşa ve ikilem, aslında sürekli olarak çektiğim bir sıkıntıyla ilgiliydi: biri anlatımcı, diğeri eleştirel iki dil arasında savrulan bir özne olmanın sıkıntısı.
.
.
Kameraya basit bir araçmış gibi bakamazsınız – tıpkı bir fotoğrafı herhangi bir ürün, hatta genel olarak meta diye kabul etmekle yetinemeyeceğiniz gibi. Belki birtakım fenomenolojik mülahazalar devreye sokularak bu konuda birtakım şık şeyler söylenebilir:
Foto kameranın fotoğrafçıyı gizleyen, saklayan, görünmemesini sağlayan bir peçe olduğu gibisinden…
Ancak Flusser’in çok ünlü bu metni, fotoğrafın “teknik” bir imaj olarak oluşturduğu aygıt üzerine çok şeyler anlatıyor: Flusser fotoğrafı bir aygıt olarak tanımlamasını kapitalizmle, seri üretimin yaygınlaşmasıyla yüzleştirerek gerçekleştirmiyor. Ya da diyelim ki hemen böyle bir kolaycılığa sapmıyor. Temsili imaj ile “teknik” imaj dediği şey arasında belli bir farkı gözeterek başlıyor…
Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır.
“Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.” Böyle diyor Susan Sontag, ‘tefekkür nesneleri olarak’ savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı bu sarsıcı kitabında. Daha sonra da, Goya’nın “Savaşın Felaketleri” serisinden Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Nazi ölüm kamplarının fotoğrafik belgelerine ve daha yakın tarihimizde Bosna, Sierra Leone, Ruanda, İsrail, Filistin ve 11 Eylül 2001 New York City trajedilerine, zaman içinde bir gezintiye çıkıp, asıl olarak şu soruyu yöneltiyor bizlere: “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?” Başkalarının Acısına Bakmak, kesintisiz görüntü bombardımanının tüm hayatımız kuşattığı bir çağda, Susan Sontag’ın savaş fotoğrafçılığının misyonu ve başkalarının acılarıyla ıstıraplarına duyarlı olmak üzere bir insanlık dersi verdiği son başyapıtı.
.
Metis Seçkileri 1John Berger O Ana Adanmış, John Berger’ın on dokuz yazısını bir araya getiriyor. Kitap, bakma ve gördüğü üzerine düşünme tutkusu olan okura, günümüzün en özgün eleştirmenlerinden biri olan yazarın temsil edici ürünlerinden bir seçki sunuyor. Berger’ın ilgisi, kent sokaklarından Robin heykellerine, gazete fotoğraflarından kitle gösterilerine kadar çok çeşitli görünümlere uzanıyor. Ancak ele aldığı konu ne olursa olsun yazar hayata dair yeni ve şaşırtıcı bir bakış açısı getiriyor bize…Eleştirel düşüncenin günümüzde ulaştığı yer neresidir?Yirminci yüzyıl, insanlık tarihinde sıklıkla görüldüğü gibi acı, baskı tahakküm ve sömürüyle doludur. Ama zamana karşı çıkarak, gözlemleri ve düşünceleriyle yaşadığımız dünyayı anlamamıza katkıda bulanan sayısız düşünürü de olmuştur bu yüzyılın…İşte Metis Seçkileri ile çağımıza yeni sezgiler getiren bu yazarlardan temsil edici örnekler sunmayı amaçladık.Başka bir ülkede yaşayan bir yazarı Türkçe’de tanıtırken, sözkonusu iki toplum arasındaki dil, kültürel birikim, yayınlanmış ve yayınlanmamış öncüller gibi farklılıkların getirdiği güçlükler var. Türkiye’deki okuma ortamının kendine özgü koşullarını gözönünde tutarak hazırladığımız seçkilerle bu güçlüğü aşmak, eleştirel düşünceyi Türkçe’de tartışılabilir kılmak istiyoruz.
Rüya; çoğu zaman uykuda zihinde beliren, irade dışı gerçekleşen, kimi zaman geleceği öncelediği varsayılan ve zamansız bir mekânda var olan olaylar dizisidir.
Düş; tasarlanabilen bir gerçektir; anlamını kendi içinde taşır.
Hayal; düşle kurulan, düşle tasarlanabilen gerçeği yaşama isteğidir, özlem duyulur. Bunun için yaşanır ya da kırılmaya uğrar.
Hikâye; anlatılır. Anlatılan şeydir hikâye.
Öykü; ise anlatılan hikâyenin yazılı kaydıdır.
Hayalbaz; hayal oynatıcısı anlamına gelir. Aynı zamanda Osmanlılarda kukla oynatıcılarına verilen isimlerden biridir. Bir kitaplık kurma hayalini gerçek kılmak için, yola çıkıp yönünü belirleyen kitaplık çalışanları, aklın beyaz perdesinde yayına hazırladıkları, Hayalbaz Kitaplığı‘nın ilk kitabı, Fotoğraf Neyi Anlatırile sordukları sorunun yanıtını bulmak için, sahneden sesleniyor izleyicisine.
“Fotoğraf Ölmedi Ama Tuhaf Kokuyor” , öğrencilere ve genç sanatçılara yol gösterebilir.
Kitabın amacı öncelikle, “nasıl fotoğraf çekilir?” değil ‘neden fotoğraf çekeriz?’ sorusuna yanıt aramaktır.
“Bollaşan endüstri ürünlerinin gündelik hayatta yarattığı değişime karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan romantik ideolojiye göre, çocukların doğanın elçileri olarak saf ve bozulmamış bir masumiyete sahip olduklarına inanılırdı. Çürümekte olan maddeci toplum düzeni içinde onların büyüdükçe bu değerlerini yitirdikleri varsayılırdı.
Çocukluk ‘iyi’ bir şeydi, fakat ne yazık ki büyüyünce bitiyordu.
Peter Pan hikâyesindeki gibi ‘zamanı durdurup hep çocuk kalmak’ biçiminde özetlenebilecek olan bu romantik hevesin ideal enstrümanı olarak fotoğrafçılık ortaya çıkmıştı.”
Batı ekonomileri kolla yapılan işlerin çoğunda niçin göçmen işçilere bağımlılık duyuyorlar? Bu emekçilere niçin makinelerin değiştirilebilir parçaları muamelesi yapılıyor?
Bu insanları kendi ülkeleri ve ailelerinden ayrılıp da bu aşağılanmayı sindirmeye iten sebepler nelerdir? John Berger ile Jean Mohr Yedinci Adam adlı bu kitaplarında, göçmen işçilerin yaşadıkları deneyimlerin içine girip bu sorulara cevap bulmaya çalışıyorlar.
İlk olarak 1975′te yayınlanmış olan ve göçmenlerin iç dünyasına ışık tutan bu kitap, Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün başlayışının 50. yıldönümünü yaşadığımız bugün için de geçerliliği ve yakıcılığını aynı ölçüde korumaya devam etmektedir.

Fotoğrafla nasıl bir anlatı kurulabilir, fotoğrafik anlatı nasıl bir içeriğe sahiptir? John Berger’la ünlü İsviçreli fotoğrafçı Jean Mohr’un birlikte kurgulayıp hazırladıkları, Berger’in kendi yaşadığı köyde ve civar köylerde yaşayan insanların gönüllü işbirliğiyle yedi yıl içerisinde ortaya çıkarılan elinizdeki kitapişte bu sorular üzerinde duruyor: Fotoğraflar neyi anlatır, onları nasıl kullanabilir ve nasıl değerlendirebiliriz? Anlatmanın Başka Bir Biçimi, fotoğrafta teorinin nasıl görüntülerin yanı sıra sözcükleri de, anekdotların yanı sıra hatıraları da kapsadığını ortaya koyan benzersiz bir çalışma; fotoğrafı çeken ile çekilen kişiler, fotoğraflar ile onlara bakanlar, deklanşöre basılan an ile onun çağrıştırdığı hatıralar arasındaki gerilimi eşsiz bir seyre dönüştüren bir kitaptır…
Görülen her şey fotoğraflanabilir ve farklı bağlamlarda farklı anlamlar yüklenerek sonsuz sayıda çoğaltılabilir. Günlük gazetede yer almış bir haber fotoğrafı daha sonra bir müzenin duvarında sergilenebilir. Ancak görsel içeriği değişmediği halde artık haber olarak görülmek yerine tarihsel, toplumbilimsel veya sanatsal açıdan betimlenecek ve öyle görülecektir. Bunun da ötesinde aslında hiç var olmamış fotoğraflar romanlarda betimlenir ve yazarın istediği şekilde görülür. Bir fotoğrafın anlamını tamamlamak, fotoğrafı görsel bakımdan yorumlayabilmek için betimleme gerekir. Betimlemeyi yapacak olan ise fotoğrafa bakan kişidir. Görme edimini sağlayan betimleme edimidir.
Fotoğraf makinesi göz ile karşılaştırılabilir. Ancak fotoğraf makinesi düşünmez. Yargılama, seçme, düzenleme, dahil etme, dışlama ve yakalama ile ilgili her şey fotoğrafçı aracılığıyla olmak zorundadır. Düşünen ve gören fotoğrafçıyla, kaydetme aracı olan fotoğraf makinesi arasındaki ayrışımdan dolayı, fotoğrafa bakan kişi için herhangi bir fotoğrafçıyı yaratıcı olarak nitelendirmek, diğer görsel sanat dallarıyla uğraşanları nitelendirmekten daha zordur.
Fotoğraf üzerine yoğun düşüncelerden oluşan bu kitapta Price, fotoğrafı, tarih, toplumbilim, göstergebilim, ahlâkçılık açılarından ele alırken edebiyat yapıtlarında da fotoğrafın kullanımını inceliyor. Bütün bu süreç boyunca W. Benjamin, S. Sontag, R. Barthes, M. Proust, R. Lowel ve R. Musil gibi yazar ve düşünürlerin görüşlerine de yer veriyor, hatta bu serüvende onlarla tartışmaktan kaçınmıyor. Fotoğraf-Çevredeki Gizem konusunda hem kuramsal hem de uygulamaya ilişkin düşündürücü, fotoğrafla doğrudan ilgisi olmayan okurların da büyük ölçüde ilgisini çekecek bir kitap. Hayatımızda çokça yeri olan fotoğraflara bakışımıza derinlik kazandıracak bilgi ve çağrışımlarla yüklü, benzerlerinden bir adım öne çıkan son derece özel bir çalışma.
Walter Benjamin’in fotoğraf teorisi konusunda en önemli makalesi olan “Fotoğrafın Kısa Tarihi” ile sanat teorisinde çığır açıcı bir etkisi olan “Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim (Çoğaltma) Çağında Sanat Eseri” adlı makalesinin yeni, özenli çevirileri…
.
.
..
.
.
.
.
.
.
“Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir.
Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir.”
-Ernst Fisher-
“Kapitalizmin, sonunda, insanı yok edeceğine ya da o düzenin alt edileceğine inanıyordu. Egemen sınıfın her yerde acımasız olduğu konusunda hiçbir kuşkusu yoktu.”
-John Berger-
Çağımızın sanat ve insan ilişkileri üzerine yazılmış temel kitaplarından biri olan Sanatın Gerekliliği, ilk yayımlanışından bu yana farklı kuşakları derinden etkiledi.
.
.

“Fotograf çekmek, aynı anda beynin, gözün ve kalbin bir
olayı hedeflemesidir.”
“Karar Anı”, fotografın manifestosudur.
Günümüzün pek çok fotograf ustasının vaktiyle el kitabı olmuştur.
Bu kitapta fotograf dünyasında fotografları kadar fikirleriyle de damgasını vuran Henri Cartier-Bresson’un “Karar Anı” başlığıyla bilinen ünlü makalesi başta olmak üzere diğer önemli yazıları ile dünya fotografının önemli isimleri hakkındaki düşünceleri ve biyografisi yer alıyor. İlker Maga tarafından hazırlanan “Karar Anı”, bu içeriğiyle dünyada ilk kez Türkçe basılmış oluyor.
Ara Güler tarafından 1962 yılında İstanbul’da bulunduğu sırada çekilen Henri Cartier-Bresson portreleri de ilk kez bu kitapta yayımlanıyor.
İçeriği ve yaklaşımıyla türünün ilk örneği olan bu kitap Türkiye fotograf ortamına sunulan önemli bir katkıdır.
Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.
Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir.
Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek bulunuruz.
Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez.
Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz.
Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman.
Gerçeküstücü ressam Magritte “Düşlerin Anahtarı” adlı resminde sözcüklerle nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.
Fotoğrafın belgesel olarak kullanımı, içinde yaşamımız için bize dayatılan sınırlara itiraz etmenin ve sorumluluk hissederek hayat müdahil olmanın yaratıcılığa açık alanlarından biri oldu.
Özcan Yurdalan’ın belgesel fotoğraf ve fotoröportajına merak sahibi olmak kadar, anlama ihtiyacını hissetmekte önemli. Nitekim, itap da okura aynı perspektifi iletme amacını güdüyor: belgesel fotoğraf ve fotoröportaj aracılığıyla yeni ve başka anlama biçimlerinin kapısını açmak.
.
..
.
Gisèle Freund, fotoğraf üzerine yazılmış yapıtlar arasında kılavuz bir kitap olarak çok önemli bir yere sahip olan Fotoğraf ve Toplum’da fotoğrafın icadından günümüze kadar geçirdiği değişimlere toplumsal ve siyasi bir pencereden bakıyor.
Modern çağın en önemli buluşlarından biri olan fotoğrafın tarihi, son iki yüzyıldaki sanat akımlarının bir panoramasını sunmakla kalmıyor, sanat ile siyasi ve toplumsal gelişmeler arasındaki yadsınamaz ilişkinin boyutlarını da gözler önüne seriyor.
.
.
.
Hitchcock filmleri, Stephen King, korku, bilim kurgu ve dedektif öyküleri, popüler romantik romanlar, günümüz kitle kültürü, Stalinist pornografi, Biçimsel Demokrasi, sonra Lacan, Hegel, Kant, Sade ve diğerleri… Hepsi bir arada, yan yana.
İçinde hep rahat edegeldiğimiz düşünme ve açıklama çerçevelerinin otomatikliğinin sekteye uğradığı anlarda hissettiğimiz, sezdiğimiz, ama en derinlerdeki mantığına bir türlü nüfuz edemediğimiz için söze dökülmeden kalan şeyler vardır… Son dönemde Avrupa’nın “çevresi”nde yükselen yeni sosyal hareketlerin içinden gelen Slavoj Zizek, belki tam da bu mesafesi sayesinde, bu tür şeyleri söze dökmeyi başarabiliyor. Bunu ilk elde bir arada düşünemeyeceğimiz tema ve kişileri birlikte okuyarak yapıyor; Zizek’e özgü bu “yamuk bakış” sayesinde, dik, cepheden bir bakışla asla görülemeyecek yepyeni düşünce katmanları seriliyor gözlerimizin önüne. Zizek bir taştan diğerine seker gibi yazdığı halde, anlatıyı asla dağıtmadan, olağanüstü bir akıcılıkla, yaşadığımız çağın kültürel ifadelerini boydan boya katedebiliyor.
Hangi alana yerleşiyor bu kitap? Felsefe mi, psikanaliz mi? Film ya da edebiyat eleştirisi mi? Yoksa sosyoloji ya da siyaset mi? Bizce hepsine ve hiçbirine. Sadece şu söylenebilir; Böyle bir metin ancak Zizek tarafından yazılabilirdi.
Pascal Bonitzer’in “Kör Alan” ve “Dekadrajlar” başlıklarını taşıyan iki kitabını bu Metis edisyonunda biraraya getirdik.
Sinemanın gerçeklik ile ilişkisini sorgulayan “Kör Alan”da, dorukları temsil eden kimi isimlerle karşılaşıyoruz: Lumière, Griffith, Ayzenştayn, Bazin, Rossellini, Hitchcock, Godard.
Bu doruklar, kimi zaman gerçekliğin montaj ve sinematografik planların müdahalesiyle parçalanması, kimi zaman da gerçekliğe duyulan şüpheli bir saygı biçiminde ortaya çıkıyor.
Hitchcock’a özgü suspense’in sinema tarihi içindeki belirleyici önemi, video yüzeyinin sinemadan farkları, yakın plan, alan derinliği ve alan-dışının özel işlevleri “gerçeklikle ilişkide bu işlevlerin anlamı” ve modern sinemanın giderek mutlak anlamda bir gerçekçi-olmama özelliği kazanışı konu ediliyor.
Çerçeve ve çerçevelemenin hem sinemada hem resim sanatındaki işlevlerini ve kullanımını inceleyen “Dekadrajlar” ise, sinema ve resim arasındaki örtük, fazla irdelenmemiş ilişkiyi sorguluyor.
Kitapta sınanan iki saptama var:
İlki, resmin, modernliğin onu moleküler öğelere, lekeye, çizgiye, renge, biçime indirgemek yolunda yaptığı her şey bir yana, dram sanatı ile, sahneye koyma ile bağını hâlâ koparmamış olduğu, yani resmin dramatik bir sanat olduğu.
İkincisi, Godard ve Antonioni’de belirginleştiği gibi, sinemanın, sanayinin onu mahkûm etmeye

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *